Bu yazıda birbirine yakın tarihlerde yayımlanmış bazı kitaplara, özellikle de üçüne yakından bakmaya, politikanın ve tarihselci eleştirinin yardımıyla edebiyata doğru süzülerek, söz konusu metinlerle müzakereye girişeceğim. “Neden böyle bir yazı yazmaya ihtiyaç hasıl oldu?” sorusu yazının da yürüyüşünü belirleyebilir. O zaman başlayayım.
Yukarıdaki soruya ilk cevabım, daha bilinen bir tartışmaya gönderme yapar. Edebi metinler her daim belirli bir zamana ait değilseler de belirli bir tarihsel bağlam içinde üretilirler. İkinci cevabım; metinler, edebi özellikleri sayesinde hem tarihsel bağlamdan ayrılırlar hem de hâlâ yazılmakta, yaratılmakta olan tarihin parçasıdırlar. Üçüncü cevabımsa bizim coğrafyanın neredeyse son yüz yılının tarihine yakından bakan, politik olay ve olguları edebiyata taşıyan metinler üzerine edebiyat eleştirisinin mesafe fazlalığı. Politik ve tarihsel olandan kaçınmak da edebiyatta politik bir tutum tabii. Patriarkayla; ezilenlerin, ötekileştirilenlerin ilişkisi ve tarihi üzerine düşünmenin, bunları kurmaca yoluyla yeniden yaratmanın veçhelerini, politik edebiyatın çerçevesi içine alarak söz konusu metinlere değinmeye başlayabilirim. Bu metinlerin birbirinden ayrılan, benzeyen yanlarını işaretlemeye, ortaklıklarını da görünür kılmaya çalışacağım. Buradaki temel fikrimse nitelikli politik edebiyat örnekleri olmaları ve çağdaşlarımızın edebi üretimlerine etkilerini soruşturacağım. Böylelikle anaakım edebiyatın dışında kalan bir yerden, başka bir kanondan seslenecek yazı. Ezilenlerin ve ötekileştirilenlerin kanonundan…
UNUTULMUŞ ATALARIN GÖLGESİ
“Levon benim tanıdığım biriydi. Onun anısıyla büyüdüm. Şimdi kalkıp diyebilirsiniz, ‘Bu genç adam öldürüleli epey zaman oluyor, sen ise en fazla onun toprağa sürüldüğü yıllarda doğmuşsundur, haliyle imkânsız onu tanıman, hatırlaman bile’. O halde anlatayım, canınız isterse inanırsınız, inanmazsınız, ııh, olmadı dersiniz.”(1)
‘Unutulmuş Ataların Gölgesi’, Erdem Özgül’ün yayımlanmış ilk kitabı. Yukarıdaki paragrafta adı geçen Levon’sa, 1982 yılında Ankara Esenboğa Havalimanı bombalamasının faillerinden ve darbe sonrası idam edilen 48 mahkumdan biri, Levon Ekmekçiyan. Dolayısıyla kitaptaki ‘Sen Benim En Eski Arkadaşımdın’ adlı öykü üzerinde duracağım ve başka bir öyküsüne de mercek tutacağım. Levon gibi tarihsel bir figürün -üzerine konuşulması, yazılması tekinsiz olan birinin- edebi kurguya dahlinin önemli zorluklarından biri, gerçekliğin kuvvetli bir öznesinin, çok az bilgiyle 12 Eylül Darbesi atmosferinde anlatılmasıdır, diye düşünüyorum. Yazar bu öyküde darbenin erkekler üzerindeki direkt etkisini -belki de biyografik yöntemle kendi üzerindeki etkisini-, kadınların güçlenişini, küçük bir erkek çocuğun annesine bağlanma ilişkisini masalsılığın içinden geçirerek, ihtimalen başka türlü anlatılması çok zor, sert bir gerçekliği eşikten eşiğe kavuşturur. Eşikler arasında spontane anlar yaratarak, gerçekliği hakikate düşürür, geride bırakılanın anısını bizim bir parçamız haline getirir, öykünün kumandası yazarın sesinden okurun kulağına yerleşir. Kolektif hafızada yer edinir, bedenleşir. Levon’un idam edilmiş bedeni ve donmuş kirpikleri kardeşinin parmaklarına dökülen amcanın bedeni, öyküde tekleşir. Radyoda duyulan idam haberi, Gaston Bachelard’ın “İlk acımızın kaynağı nedir? Konuşmaktan çekinmiş olmamızdır,” dediği, yazarın “Köyler, kasabalar kadınlara kalmıştı ya, bu anaların çoğu Ermeni olduğu için yer gök Osmanlı Ermenistan’ına benzemişti. Bu kadınların bir oğulları daha vardı, yürekleri ağızlarında o çocuktan haber bekliyorlardı”(2) dediği eşikte konuşulur ve bizim hikayemize dahil edilir.
Kitaptaki öykülerin teker teker üzerinde durmak yerine ikisini seçmemin nedeni, zihnimde Levon’la cisimleşen tarihselci yanlar -yorumsamacı olarak da okunabilir- ve Karanlığa Gömülen adlı öyküdeki toplumsal cinsiyet hassasiyetinin politik veçheleriydi. ‘Karanlığa Gömülen’, babanın ölümüyle açılıyor, başka bir deyişle anne olmayanın ölümü. Babanın bir olumsuzlama ile anneden ayrılışı ve tekrar inşası öykünün yürüyüşünün de belirleyici öğesi.
“En çok da çocukken ölüm bir rüya gibi görünürdü gözüme. Sevdiğim ölü biraz sonra tabutun kapağını açacak, ‘Çocuklar beni aşağı indirin,’ diyecek, onu tutan eller, ölüleri sırtlarında koşarak kaçacaklar ve mübarek ölü, kefenini çıkarıp sivil elbiselerini giyecek, herkesin ölgün bakışları arasında uzosundan bir yudum içecek, korku uzayınca o da şenliği uzatıp sirtaki oynayacak… Bu hayal bana babamdan epey sonra geldi, her geldiğinde de kendi çocukluk düşlerimdeki o ayna gibi, kırılmak zorunda hissetti. İçinde istisnasız herkes vardı ama en çok aradığım adam yoktu.”(3)
Öykü ilerlerken baba figürü ev içinde hızla unutulan, dışarıda ise simgesel ilişkilere düzen getiren bir pozisyonuna dönüşür. Tam da bu esnada “ayna metaforu” veya “ayna evresi”ne yapılan göndermeler de müthiş. Lacan erkekliği ve fallusu tartışırken bu kavram setlerinden yararlanır. ‘Karanlığa Gömülen’de bu tartışma cinsiyetler üstü ele alınır, karanlığın psikanalitik yanı da… Anlatıcının küçük erkek kardeşi ve annesiyle tariflenen ilişkisi ensest yasağını sezdirir, babanın ölümü sonrasında arzu içinde kıvranan annenin “tanrıçalaşan” idealleştirilmesi, çocukların anne bedenine dönüş isteği, annenin bir erkekle yaşadığı tecavüzü anıştıran deneyimi, annenin eril tahakküme maruz kalışı ve dönüşümü ve annenin intiharı… Bir öykünün bunca tartışmayı iyi bir kurguyla barındırmasının zorluğu yazarın akıp giden üslubuyla görünmez olsun istemedim. Kelimeleri, metaforları öyle iyi damıtmak gerekir ki metin boğulmasın, yazar asla boğmuyor ve çok akıcı bir dili, üslubu var.
Evini yakıp hayattan çekilen bir annenin, çocukları gözünden okunuşunun en güzel öykülerinden biri ‘Karanlığa Gömülen’. Bu öyküdeki anne Eleni’yi başka bir kadınla tanıştırmanın zamanı geldi. Önce Bermal’le sonra Feride’yle arkadaş olduklarını hayal ettim ve bu yazı sizin karşınıza o hayalin ürünü olarak çıktı.
BEN BERMAL
Herhangi bir yerde herhangi bir sebepten karşılaştığımız insanlarla tanışırken “Ben Eleni, Ben Bermal ya da Ben Feride,” deriz. Karşımızdaki insanda tanışma anı sonrasında “Bu kişi Bermal’dir,” fikrini oluşturmasının yanı sıra kişinin bir ada bağlanması yani Latince “bağ” veya “bağlamak” anlamına gelen copulasını da bize anlatır. Kitabın adı, Aristotales’ten ve sonrasında Peter Abelard’dan bildiğimiz “Bermal vardır,” tartışmasına kadar uzanır.
Yazar romanda varlığın özneleşme sürecini anlatmaktan çok, bir erkeğin bir kadınla karşılaşma anındaki hoşlantılı duyguları aktarmak ve metin boyunca Bermal’e duyulan hayranlığın önde olduğu, kısmen patolojik bir aşkın ilk anına sık sık geri dönen, yoksul, köylü, Kürt hareketinin temsili bir erkekliğin; kadınlara, dünyaya, mücadeleye, arkadaşlığa ve yoldaşlığa sempati duymanın, köyün, kasabanın, yöresel adların, yer adlarının zenginliğiyle sesleniyor “Ben Bermal,” derken. Bermal, Kürtçe’de eve bakan kadın, evin direği, evin önü gibi anlamlara sahip. Romanda ise örgütüne, arkadaşlarına, mücadelesine sahip çıkan bir yanı var Bermal’in. Tersine çevirme; kadını evden dışarı çıkarma hatta “dışarı”sı denilen yeri örgütleme… Ben nasıl yaparım da Eleni’yi Bermal’le tanıştırmam. Eleni de özgürleşmeyi temsil eden bir kadın.
Romanın en dikkat çekici özelliklerinden biri genç erkekler arasındaki tatlı rekabetin, geri kalmışlığın, yoksulluğun ve yoksunluğun, ezilmişliğin ve feodalitenin farklı görünümleriyle at başı gitmesiydi. At başı deyince romanın önemli karakterlerinden Panter’i es geçmeyeyim. Finalde Panter, kara kanatları çıkan, uçan bir at olarak Mazlum Samsa’yı kurtaran bir kahramana dönüşür. Mazlum Samsa ise bir sabah uyandığında dev bir devrimci olmak isteyen genç bir adamdır. Kafka göndermesini klişeleşme riskine rağmen çok iyi kullanan yazar roman boyunca, sancılı bir gelişmeyi ve değişmeyi de anlatabilmiş.
Metindeki başka bir dikkat çekici unsur, uzun süre ilişki kurabilmek ve görüşebilmek için beklenen arkadaşlarla buluşma anında anlatılan ve yine tüm metne yayılan kadınlık, erkeklik rolleri üzerine yürüyen esprili ve hoş bir iç konuşma yöntemiydi, alıntılarsam daha iyi anlatmış olurum. Dolayısıyla romanın feminist edebiyat eleştirisi ve eleştirel erkeklik çalışmaları açısından incelenmeye değer çok fazla yanının olduğunu düşünüyorum. Bu arada üç metnin de ortak özelliklerinden birini açığa çıkarmış olduk. Şimdi tekrar Bermal’le olan ilk tanışma anına dönelim.
“Eşikteki ayakkabıları kötü durumda, yürürken sol ayağının baş parmağı yere değiyor olmalı Sindirella’nın. ‘Arkadaşlar için iki çift ayakkabı almıştım da uygun mu acaba, bakar mısın?’ Sevindi eminim. Uzanıp kutuları al, aç. ‘Çok düşüncelisin ama yalnızca devleri düşünmüşsün Mazlum arkadaş’ Devleri mi? Doğru aslında devler dövüşerek yürüyorlar sanıyordum, daha doğrusu her birinizi dev gibi kurmuştum kafamda. Değil mi? Değil galiba, bu kadar değil, sarı ayakkabıları fırlatır gibi kutuların içine koymasından belli bu kadar olmadığı. Başka ne olabilir ki? ‘Devler, develer… Yalnızca erkekler dövüşüyor sanıyorsunuz değil mi, aklınızda pos bıyıklı uzun boylu, iri yarı erkek resimleri var…’ ‘Ben aslında bayan arkadaşların da olduğunu biliyorum ama bu civarda olabileceğiniz hiç aklıma gelmedi.’ ‘Bayanlar yok zaten, kadın arkadaşlar var.'(4)
‘Ben Bermal’in bir başka tarzından da söz etmeliyim. Gülümseten, incinse ve kırılsa da latife etmekten çekinmeyen erkek karakterler ve Bermal… Romanın okunuşunu keyifli kılan bu tarz politik edebiyat metinlerindeki didaktik sayılabilecek unsurların törpülenmesini sağlıyor, benzeri bir tarz Selahattin Demirtaş’ın edebiyatında da göze çarpar.
BEN FERİDE BU BENİM SESİM
M. Ender Öndeş yaklaşık kırk yıldır şiir, öykü ve roman yazıyor, editör ve haberci olarak çalışıyor, köşe yazıları yazıyor. Yıllardır yazılarını okurdum ancak edebi üretimleriyle tanışmamıştım. Bu yazının finalinde Feride’yle diğer iki kadın arkadaşımı tanıştıracağım. Aslında ‘Unutulmuş Ataların Gölgesi’ bir öykü kitabı ve diğer iki romanla aynı yazıya alınması bir risk oluşturabilirdi ama ben riski göze aldım. Çünkü edebi türler üzerine odaklanan bir yazı kurgusu yapmadım. Daha çok edebi üsluplar, politika ve tarihi algılayış gibi konulara toplumsal cinsiyet hassasiyetiyle yaklaştım. ‘Unutulmuş Ataların Gölgesi’ bu tartışmaların hepsini kapsıyordu, türünden bağımsız. Erdem Özgül’ün yarattığı Eleni karakteri, evini yakan -bende ferman yakmak gibi bir çağrışım da yapıyor-, aşk hayatını özgürce yaşamak için çaba harcayan bir kadın. Feride ise daha metnin hemen girişinde ve kitabın adıyla bize sesini olanca kuvvetiyle duyuruyordu. Bu kuvvet bende Eleni, Bermal ve Feride’nin birbirlerinin seslerini duyacağı fikrini yarattı. Duymuşlar hakikaten, konuştuk. Hatta önümüzdeki ay bir araya gelip bunları tartışacağız. Ben tanışırken epey heyecanlandım, sevdim üçünü de. Kitapları da bu adların sıralamasıyla ikinci kez okuduktan sonra yazının kurgusuna karar verdim. Bakın Feride metne nasıl bir giriş yapıyor?
“Ben, Feride. Adım bu. Öyleydi. Öyleydim. Gördüm. Görmesem daha iyiydi. Görmemem gerekiyordu ama gördüm. Ben, Feride. Bu benim sesim. Kendi sesim yani. Ses kayıt şeyine konuşuyorum. Küçük. Siyah. Kırmızı bir ışığı var, konuşunca yanıyor. Reyhan verdi. Tanımazsınız Reyhan’ı. Anlatırım sonra. Verdi derken… Bilmiyorum. Kendimde değildim. Kötüydüm. Çantama koymuş öyle. Sonradan fark ettim. Anlatırım.
Ben, Feride. Adım bu. Eskiden yani.“(5)
Feride evlere temizliğe giden, hizmetçilik yapan bir ev işçisi. Görünmezliği bu emek türünden kaynaklansa da tanık olduğu cinayet onu “canlı bomba” olduğu uydurmasına götürecek kadar görünür de kılıyor. Feride’nin çalıştığı evdeki kadın işveren Tülin, romanda aynı zamanda başka bir anlatıcı olarak karşımıza çıkıyor. Çoklu anlatıcı tekniği ile yazılan metinlerin içinde en çok anlatıcı barındıranlarından biri ‘Ben Feride Bu Benim Sesim’. Farklı kişilerin/kişiliklerin zihninden bakabiliyoruz ana temaya.
Roman, bindirilmiş kıtalar halinde gerçekleşen olayların hızlı akan bir fotoğraf şeridi gibi ya da bir film senaryosu etkisi taşıyor. Konuların, karakterlerin çoğulluğu bir kaosu anlatırken zihinsel arka planda sınıfsal farklılıklar, göçmenlik ve kadına yönelik şiddet türleri tıkır tıkır işliyor. Sanki romanı okurken yerin yedi kat altından gelen tıkırtıları duyuyor insan. Romanda söz edilecek çok fazla unsur olmasına rağmen, feminist bir filtrelemeyle temizlik işçisi Feride’yle evin hanımı Tülin arasındaki ilişkiye başka bir metinle bağlantı kurarak bakmayı önereceğim. Aksu Bora ‘Kadınların Sınıfı/Ücretli Ev Emeği ve Kadın Özneliğinin İnşası’ adlı kitabında kadınlar arasındaki farklıları açığa çıkarır, sadece eril tahakküme karşı yan yana gelme ve mücadele etme ile açıklayamayacağımızı şöyle anlatır:
“Kadınlar arasındaki farklılıkların ve iktidar ilişkilerinin hangi maddi pratikler ve söylemler üzerinden kurulduğu, yeniden üretildiği, kadınların kendileri tarafından nasıl deneyimlendiği hakkındaki sorular, basitçe ‘erkek egemenliği ile işbirliği’ sorununa indirgenemez kanısındayım. Bunlar, sınıfın ve cinsiyetin birer öznellik boyutu olarak nasıl kurulduklarını anlatmakta bize yol gösterirler. Böylelikle cinsiyetin sınıfı ‘yatay kesen’ bir kategori olmayıp onunla birlikte kurulduğunu görmemiz mümkün olduğu gibi, aynı zamanda, öznellik ile toplumsal yapılar arasındaki ilişki dolayımlarına ilişkin ipuçları da elde edebiliriz.”(6)
Öznellik ve toplumsal yapılar arasındaki ilişkiye daha dikkatli bakabilmek için romanın önemli olduğunu düşünüyorum. İşveren Tülin’in evlerine temizliğe gelen Feride hakkında çıkan uydurma haberlerden sonra kocasıyla yürüyen tartışmasına bakalım.
“O karıyı bu eve sen soktun. Soluk soluğa hiç ara vermeden, parmağını yüzüme doğru sallayarak devam ediyor konuşmaya: ‘Evet, sen!’ Pek kıymetli ve mukaddes mesleğinden ayrılıp çocuklarına bakmayı feminist saçmalıklarına yakıştıramadığın için. Evet, sırf bu yüzden, hangi cehennemden bulduysan…”(7)
…
Politik edebiyat üzerine tartışma yürütürken, yazarların ürettikleri metinlerle “kendilerinin anlatmak istedikleri”, metnin söyledikleriyle “okurların alımlaması” arasındaki açı farklılıklarının edebiyatın zenginleşmesinde özel bir gri alan yarattığını düşünürüm. Bu yazı, o gri alandan beslenen bir görüşe sahip. Erdem Özgül’ün ‘Unutulmuş Ataların Gölgesi’ bu bağlamda yazılamayanı yazmak ve resmi olmayan tarihe yaklaşmak açısından gri alanları genişletiyor. Deniz Faruk Zeren’in ‘Ben Bermal’i bu coğrafyanın son elli yılındaki en ağır sorunlarından biri olan Kürt sorunu ve kadın sorunu meselesine cesaretle yaklaşıyor. M. Önder Öndeş’in ‘Ben Feride Bu Benim Sesim’ kentin çok farklı mekanlarında yaşama tutunmaya çalışan ve kaybedecek hiçbir şeyi olmayan ezilenlerin sesini günümüzün dinamiklerinden işittiriyor.
Selahattin Demirtaş’ın ‘DAD’ı, Ahmet Tulgar’ın ‘Arzunun Serbest Dolaşımı’ gibi kitapları da birlikte düşündüğümüzde anaakım edebiyatın tamamen dışından ayrı bir kanondan söz etmek mümkün hale geliyor. Bu damar giderek güçleniyor, örnekleri artıyor. “Ezilenlerin ve ötekileştirilenlerin kanonu anaakım edebiyatı kendi öznelliğiyle etkiliyor mu?” sorusu bu yazının ucu açık bırakılmış bir tartışması olarak kalsın. Ben etkilediğini düşünüyorum.
Eleni önümüzdeki ay buluşmamıza uzo getirecek, Bermal khorovats yapacakmış bize de öğretecek, Feride’nin sarması meşhur, ben de topik yapacağım, gerisi iyilik, güzellik!
1. Unutulmuş Ataların Gölgesi, Erdem Özgül, Dipnot Yayınları, s: 55
2. A.g.e., s: 60
3.A.g.e., s: 64
4. Ben Bermal, Deniz Faruk Zeren, Dipnot Yayınları, s: 13-14
5. Ben Feride Bu Benim Sesim, M. Önder Öndeş, Dipnot Yayınları, s: 5
6. Kadınların Sınıfı/ Ücretli Ev Emeği ve Kadın Özneliğinin İnşası, Aksu Bora, İletişim Yayınları, s: 184/185
7. Ben Feride Bu Benim Sesim, M. Önder Öndeş, Dipnot Yayınları, s: 92-93
(KÜLTÜR SANAT SERVİSİ)